15 Şubat 2010 Pazartesi

arşiv

‘’Sabah mahmurluğunu üzerinizden atabilmek için sıcak bir kahve gibisi var mı?’’ gibi bir başlıkla karşılaşmıştım okuduğum bir yazıda. Hani hak vermemişte değildim doğrusu. Şöyle dumanları üzerinden henüz ayrılmamış sıcak bir kahve kadar hiçbir şey beni kendime getirmemişti. Düne kadar!

Telefonumun aranan kimliği iletme sesiyle alarm sesini aynı ayarlamışım, sanırım üşengeçlikten. Uyur uyanık bir ses, arka fonunda yaşamın, tatlı tatlı tekrarlıyordu kendini. ‘’Hit the road jack!’’. Geç yatmak, geç kalmak, iş, uykusuzluk, üşengeçlik gibi bir çok miskin ifadeyle birleştirmiş kendimi, yatağımda sağa sola ve daha birçok yöne iki büklüm duruşlara ram olmuşken, alarmı kapatmak için telefonu elime aldım. Ve az önce bahsettiğim ses tonu aynılığının ilk defa o an farkına vardım. Çalan alarm değildi. O arıyordu. -ki burada bahsedilen o şiirlere konu olmuş, belli belirsiz hislerle beslenmiş, adına hayaller kurulmuş belki, belki bir sevdadan tükenmiş, bir çift göz ve tatlı bir tebessümün sahibesi!- Telefonda adını görmem, açmaya karar vermem ve yanıtla tuşuna basmam arasında yitirdiğim zaman zarfında yıllar önce okuduğum yazının başlığı aklıma geldi. ‘’Sabah mahmurluğunu üzerinizden atabilmek için sıcak bir kahve gibisi var mı?’’ eskiden hak verdiğim başlığı sonra çürütmek üzere beklemeye aldım düşüncelerimi ve çalan telefonumu cevapladım.

Yoğun hislerin başlangıcında insan,
Sevinin sesini, yüzünü yada kelimelerini hissetmek ister hep yanında, her an onunla konuşmak, her an onun hakkında yada onun kaleminden okumak..
Bundan olsa gerek telefonda sevinin sesiyle kendine gelen ve yüzümdeki mahmurluk ifadesinin yerine aptal bir gülümsemeyi yerleştiren bendenizin mesut halet-i ruhiyesi..

Kimilerine göre basit merhabadan ve günaydından ibaret olan,
Bana göreyse insan hakları bildirgesinin beyanından da öte konuşmamızın ardından, gözlerim fal taşı, içimde milyarlarca atomluk bir enerji.. Hali hazırda uzanır bulunduğum yatağın yüzünün dönük olduğu tavanda hayallerimle kayboldum.
Bir tek merhaba yeterliymiş sabahları, anladım..
Doğruldum..
Bilgisayarın ekranını kaldırdım,
Her sabah Kant gibi sistematik izlediğim prosedürü atlayıp kahvemsiz başladım okumaya, dünden güne olanı biteni..

İçimde yarınsı bir umut..
Yaşamsı bir huzur..
Bir merhaba..
Ve bin selam gelecek günlere..
Derken düşündüm;
‘’Sabah mahmurluğunu üzerinizden atabilmek için sıcak bir kahve gibisi var mı?’’
Evet,
Var..
Sevi sesi,
Tınısı..
Bir kelimesi onun,
Bir merhabası!




Uur

hergün bir şair (Aziz Nesin)


Aziz Nesin (asıl adı Mehmet Nusret) (d. 20 Aralık 1915, Heybeliada, İstanbul - ö. 5 Temmuz 1995, Alaçatı, Çeşme, İzmir), mizah, kısa öykü, tiyatro ve şiir dallarında pek çok yapıtı bulunan Türk, ateist[1] mizah yazarı. UNESCO'nun Index Translationum bilgisine göre Aziz Nesin Türkçe'den yabancı dillere eserleri en çok çevrilen 4. yazar durumundadır.

Aziz Nesin, 20 Aralık 1915'de İstanbul Heybeliada'da doğdu. Babası Abdülaziz Bey Giresun'un Şebinkarahisar ilçesine bağlı Ocaktaşı köyünden İstanbul'a yerleşti ve bahçıvanlık yaparak geçimini temin etti.[2] Abdülaziz Bey, torunu Ateş Nesin'e göre "dini bütün...II. Abdülhamit hayranı, sıkı bir Atatürk düşmanıydı"

Çalışma hayatı aslen Ankara Harp Okulu'nu bitirmesinin ardından asteğmen rütbesiyle orduya katılmasıyla başlamıştır Nesin'in. Ardından da subay olarak Anadolu ve Trakya’nın çeşitli yerlerinde görev yapacaktı.
1941'den başlayarak II. Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya'da çadırlı ordugahta görev yaptığı bilinir. 1942'de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı'na atandı ve bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılmış bir cephaneliğin boşaltılmasıyla görevlendirildi. 1944'de Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı. Aynı yıl Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla da görevlendirildikten sonra üsteğmen rütbesindeyken “görev ve yetkisini kötüye kullandığı” suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı.
Askerlikten ayrılmasının ardından bir süre bakkallık, muhasiplik gibi işler yaptı. 1945 yılında ise gazeteciliğe başladı. Önceleri Sedat Simavi’nin çıkardığı “Yedigün” dergisine girdi; daha sonra Karagöz gazetesinde de yapacağı gibi redaktörlük ve yazarlık yaptı. Aynı yıllarda profesyonel olarak oyun yazarlığı yaptı ve Tan gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 4 Aralık 1946'da bir grup üniversite gencinin Tan gazetesini yakması üzerine, sekiz sayı süren, “Cumartesi” adlı haftalık magazin dergisini çıkarmaya girişti. Bu dergi denemesi de sonlanınca, “Vatan” gazetesinde çalışmaya başladı. Aynı yıl, ilk bağımsız yapıtı olan "Parti Kurmak Parti Vurmak" adlı 16 sayfalık broşürü de yayınlanmıştı.
1946'da Sabahattin Ali’yle birlikte Marko Paşa mizah gazetesini çıkardı ve büyük ses getirdi. Dergi dönemin politikacılarını ve tiplemelerini sözünü esirgemeden eleştirmeyi bilmiş, tüm baskıların ve defalarca kapatılmasının getirdiği zor koşullara karşın ulaştığı satış rakamlarına ulaşmıştır. Ancak davalar ve suçlamalar dergi yazarlarına epeyi zor dönemler yaşatmıştır. Nitekim yeni adlarla sürdürmeye çalıştıkları "Markopaşa" ekolünün hararetle eleştirdiği Amerikan yardımının Türkiye üzerindeki emellerine değindiği henüz yayınlanmamış olan “Nereye Gidiyoruz?” adlı yazısı nedeniyle; 12 Ağustos 1947’de on ay ağır hapis ve üç ay on gün de Bursa’da “emniyet-i umumiye nezareti” altında bulundurulma cezasına çarptırıldı.
İkinci kitabı Azizname’yi 1948’de çıkardı. Taşlamalardan oluşan bu kitap için İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesinde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda mahkumiyet almadı; ancak 1949 yılında İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı Faruk birlikte Ankara’daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açınca 6 ay hapse mahkum edildi.
1952'de İstanbul'da Levent'te bir dükkân kiraladı ve Oluş Kitabevi'ni açtı; Levent sakinlerine gazete dağıtma işini sürdürmekle beraber, iki küçük çocuğunun geçimini sağlayamayınca, 1953'de Beyoğlu'nda bir ortağıyla "Paradi Fotoğraf Stüdyosu"'nu kurdu. 1954'te Akbaba dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başladı. Zira edebiyat hayatında iki yüze yakın takma ad kullanmıştır.
1955'de 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkânlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanmıştı. Aziz Nesin de suçlu olarak Sıkıyönetimce tutuklandı.
Dolmuş”, (1955); “Yeni Gazete” (1957), Akşam (1958), “Tanin” (1960), "Günaydın" (1969), Aydınlık (1993) gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan gülmece öyküleri, röportajlar ve fıkralarla Çağdaş Türk edebiyatının tanınmış ve en verimli kalemlerinden biri durumuna geldi.
1956'da Kemal Tahir’le birlikte Düşün Yayınevi’ni kurdu. 1958’de “Dolmuş-Karikatür” dergisi ile birleşerek 1963'e dek yayıncılığı tek başına sürdürdü. Bir yandan da Yeni Gazete, Akşam ve Tanin'de günlük köşe yazıları yazdı. 1962'de 42 sayı yaşayacak olan “Zübük” adlı mizah dergisini çıkardı.
1956 yılında İtalya’da (Bordighera’da) yapılan ve 22 ülkenin katıldığı Uluslararası Gülmece Yarışmasında ilk ödül olan Altın Palmiye’yi ‘Kazan Töreni’ adlı öyküsüyle kazandı. Ertesi yıl aynı ödülü ‘Fil Hamdi’ adlı Öyküsüyle ikinci kez kazandı. İlk ödülünü 1960 yılında devlet hazinesine bağışladı.
Yayınevinin Şubat 1963’te yanması üzerine, yazarlığı tek uğraş edindi. İlk kez 1965 yılında -ancak elli yaşındayken bu hakkı elde edebilmişti- bir pasaport alabildi. Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na davetli olarak katıldı. Altı ay süren bu ilk yurtdışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti.
Nesin, 1966'da Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi "Vatani Vazife" adlı öyküsüyle kazandı. 1968'de Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında "Üç Karagöz" oyunuyla birincilik ödülü aldı.
1969'da Moskova'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında "İnsanlar Uyanıyor" adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülü, 1970'de de Türk Dil Kurumu'nun oyun ödülünü "Çiçu" adlı oyunuyla kazandı
1972’de Nesin Vakfı’nı kurdu. Vakıf’ta, her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocukların bakım ve eğitimlerini üstlendi. Kitaplarının tüm gelirini vakfa bıraktı.
1976-1980 arasında her yılın edebiyat ürünlerinden seçmelerin bulunduğu "Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı"'nı çıkardı. 1974'de Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin Lotus ödülünü kazanan Nesin, 1975 Lotus ödülünü almak için Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı. 1976'da Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek Hitar Petar ödülünü kazandı. 1977'de Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı seçilen Nesin, bu göreve uzun yıllar devam etti.
1978'de "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" adlı romanıyla Madaralı Roman Ödülü'nü kazanırken, 1982'de Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından hastaneye kaldırılan Nesin, "Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi"nde bir ay kalarak tedavi gördü.
1983'de Amerika Birleşik Devletleri'nde Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu geri alındığı için bu toplantıya katılamadı.
20 Aralık 1984'de Şan Sinema Salonu'nda 70. doğum günü töreni yapıldı. 1984'de Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu. 1985'de Ekin A.Ş'nin kurulması girişiminde bulundu. Aynı yıl, İngiltere'de PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi ve TÜYAP'ın düzenlediği "Halkın Seçtiği Yılın Yazarı" ödülünü kazandı.
Nesin, 1989'da "Demokrasi Kurultayı"nın toplanmasında etkin görev aldı ve oluşturulan "Demokrasi İzleme Komitesi"nin iki başkanından biri oldu. Aynı yıl, Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen "Tolstoy Altın Madalyası"na değer görüldü.
19 Mart 1990'da Ankara Sanat Kurumu'nda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993'de Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas'a gitti. 35 kişinin yaşamını yitirdiği Madımak Oteli katliamından sağ kurtuldu.
Yazar, söyleşi ve imza günü için gittiği Çeşme Alaçatı’da, (Sivas Katliamı"nın 3. yıldönümünden 3 gün sonra) 5 Temmuz’u 6 Temmuz’a bağlayan gece sabaha karşı geçirdiği kalp kriziyle öldü. Cenazesi Çeşme Cumhuriyet Savcısı’nın isteğiyle otopsi yapılmak üzere 6 Temmuz’da İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’ne getirildi. 7 Temmuz 1995’de vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca’daki Nesin Vakfı’nın bahçesine gömüldü. Ardında 80 yıllık mücadele, sayısız başarı ve "Nesin Vakfı"'nı bıraktı.
Ankara Uluslararası Film Festivali çerçevesinde verilen özel ödüllerin arasında "Aziz Nesin Emek Ödülü" verilmektedir.

--------------------------

Demek yazamadan
Demek okuyamadan
Demek konuşamadan
Hem de ölmeden yaşanabilirmiş
Ama sevmeden yaşanamıyor Üçgülüm

Bir ölüyle bir canlı
Bir bedeni bölüştük
Sağ yanım ölmüş
Sol yanım capcanlı

Demek yazamadan
Demek okuyamadan
Demek konuşamadan
Ama düşünebildiğim için seni yaşıyorum
Yaşayabildiğim için sevmiyorum
Sevdiğim için yaşıyorum

Bir kolum bir elim bir bacağım ve dilim tutmuyor
Öyle bir sevgi var ki içimde
O beni hâlâ diri tutuyor
Yazamasam da okuyamasam da konuşamasam da
Seviyorum seni Üçgülüm
Sevdikçe yaşıyor yaşadıkça seviyorum

Aziz Nesin

"İbni Haldun" Üzerine Yeni Bir Çalışma


Alternatif Politikalar Merkezi (APM) "İbni Haldun-Hayatı ve Eserleri Üzerine Düşünceler" adlı araştırma kitabını yayınladı.
Prof. Dr. Fuat Andıç, Prof. Dr. Süphan Andıç ve Prof. Dr. Mustafa Koçak'ın kaleme aldığı APM'nin yeni kitabıyla, İbni Haldun'un düşüncelerinin günümüz siyasetine ışık tutmasını amaçlanıyor. APM Başkanı Dr. Mahmut Koçak, kitabın sunuş yazısında, okuyucuya sunulan "İbni Haldun, Hayatı ve Eserleri Üzerine Düşünceler" adlı kitabın, tarihe mal olmuş ve dünya kültürüne büyük katkılar sağlamış bulunan düşünür ve yazarları Türkiye'ye tanıtma çabasının bir sonucu olduğunu belirtiyor. İbni Haldun'un on dördüncü yüzyılda yaşamış bir sosyal bilimci olduğunu, Avrupa'nın böyle bir sosyal bilimcinin gelmesini çok daha uzun yıllar beklediğini ifade eden Koçak şöyle devam diyor:
"İbni Haldun, kendisine yabancı olan çevrelere "Doğu'nun Machivelli'si-Montesquieu'sü" olarak takdim edilir. Bu Avrupa-merkezci takdim, İbni Haldun'u yücelttiği gibi, göreli olarak onu küçümsemektedir de. Çünkü aksini söylemek, yani Machievelli-Montesquieu için "Batı'nın İbni Haldunları' demek de pekala mümkündür. Bu iki takdim, anılan düşünürlere nereden baktığınız ile alakalıdır. Bu bağlamda birinci takdim, bir Batılı için kabul edilebilir bir tanımdır. Ancak bunun bir Doğulu tarafından kullanılması trajik ve fakat somut gerçekliği yansıtan bir durumdur."

İbni Haldun isminin APM için bilinçli bir tercih olduğunu vurgulayan Koçak, "Çünkü içinde yaşadığımız toplumun değer ve düşüncelerini çok önemsiyor ve kötü bir kopyacılıktansa, kendi gerçeğimizle geleceği kucaklamamız gerektiğine inanıyoruz. Bu nedenle anılan eserin inancımızı paylaşan her kesimden herkese yararlı olmasını umuyoruz" diyor.

herşey yapılabilir bir beyaz kağıtla..


ünyaca ünlü "Hollywood" yazısının üzerine, bölgede lüks konutlar inşa etmeyi planlayan şirketi engellemek için "Save the Peak" (Dağı Kurtarın) yazısı geçirildi.

Los Angeles Belediyesi ve Trust For Public Land adlı kuruluş etrafında birleşen çevreci grup, bitişikteki tepeyi yapılaşmadan kurtarmak için para toplamaya çalışıyor. Trust For Public Land’in sözcüsü, yazının salıya kadar kalacağını bildirdi.

Grup, merkezi Chicago’da bulunan şirketten Cahuenga Tepesindeki yaklaşık 60 dönümlük araziyi satın almak için gerekli 12,5 milyon doların 7 milyon dolarını topladı.

Kalan parayı toplamak için 14 Nisana kadar süresi bulunan çevreci grup daha önce California bölgesinde 1 milyon hektarı aşkın bölgeyi yapılaşmadan kurtarmıştı.

Grubun topladığı 7 milyon doların 1 milyon dolarını ünlü Amerikalı kuyumcu Tiffany bağışladı.

Hollywodd yazısı ilk olarak 1923’te bölgedeki arazilerin satılması ve yapılaşmanın artmasını sağlamak amacıyla "Hollywoodland" şirketinin reklamı için yerleştirilmiş, zamanla bölgeyle özdeşleştikten sonra 1949’da Hollywood ticaret odası, son dört harfini kaldırarak 14 metre uzunluğundaki harflerin restorasyonunu yapmak üzere Los Angeles Belediyesiyle anlaşmıştı.

7. sanatın ve pop kültürünün ikonu haline gelen 9 harf bugün çok hassas bir alarm sistemiyle koruma altında bulunuyor ve düzenli restore ediliyor.

Britanyalı aktris Peg Entwistle 1932’de H harfinden kendini aşağı atarak intihar etmişti

Prenses 'Picasso' için İstanbul'a geliyor


Dünyaca ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso'ya ait gravürlerin Pera Müzesi'ndeki sergisinin açılışına, İspanya Prensesi Elena'nın da katılacağı açıklandı.

Mapfre Vakfına ait "Suite Vollard" sergisinin açılışı nedeniyle, İspanya Kralı Juan Carlos'un büyük kızı olan ve yeni boşandığı için basının yoğun ilgisini çeken Prenses Elena'nın İstanbul'a gideceği bildirildi.

Açılışta ayrıca Cervantes Enstitüsü Vakfı Direktörü Carmen Caffarel, Pera Müzesi Direktörü Özalp Birol ve Mapfre Vakfını temsilen Pablo Jimenez Burillo'nun da olacağı belirtildi.

Mapfre Vakfı, Cervantes Enstitüsü ile Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından organize edilen, İspanya'nın Ankara Büyükelçiliği'nin de destek verdiği "Picasso-Suite Vollard" gravürler sergisinde Picasso'nun 1930-1937 yıllarında arasında yaptığı 100 adet gravür sergilenecek.

16 Şubatta açılacak sergi, 18 Nisan 2010 tarihine kadar açık kalacak. Söz konusu sergi, 2009 Kasım ayında Yeni Delhi'de, Cervantes Enstitüsünde sergilenmişti.

“La Dolce Vita”


İtalyan sinemasının baş yapıtlarından “La Dolce Vita” (Tatlı Hayat), bu yıl 50 yaşında. Bugüne kadar 13 milyon İtalyan tarafından izlendiği tahmin ediliyor. Dünyada ise kaç kişinin izlediği bilinmiyor. 2003’te temizlenerek dijitale aktarılan kült filmin 50. yaşı, İtalya’da coşkuyla kutlanıyor.


Peki usta yönetmen Federico Fellini’ye ilham kaynağı olan; çılgınlık, savurganlık, şehvet, dedikodu ve eğlencede sınır tanımayan Roma jet sosyetesinin mimarı kimdi, Tatlı Hayat’ın ateşini kim yaktı biliyor musunuz?

1950’lerin sonunda, 2. Dünya Savaşı yaralarını Marshall yardımı ile sarmaya çalışan İtalya... Kendi ülkelerinde eğlenmenin tadına varamayan asiller, milyarderler, sürgündeki krallar, başkent Roma’nın 375 metre uzunluğundaki ünlü “Via Veneto” sokağındaki lüks otelleri, gece kulüplerini ve kafeleri sabaha dek mesken tutardı. Sürgündeki 135 kiloluk Mısır Kralı Faruk, yanında çocuk denecek yaşta kızlarla bu gecelerin en renkli simasıydı.

Saydığımız kişiler, özel düzenlenen partilerde boy göstererek, o devrin biraz da Vatikan’ın etkisiyle kabul edemediği tüm çılgınlıkları yapar, kurtlarını dökerdi. İran havyarı, İsviçre tereyağı, Fransız şampanyası zevkli masaların değişmez mönüsüydü. Bu hızlı hayatı görüntülemek isteyen İtalyan şipşakçılar, “Leika” marka kutu fotoğraf makineleriyle restoranların, kulüplerin, otellerin önünde nöbet tutarlar, sarhoş kurbanlarının suratına flaşı patlatarak kaçarlar, sonra sokak aralarında kovalamacalar başlardı. Tabana kuvvet füze gibi kaçan ve yakalanma riski en az olanı da tüy sıklet fotoğrafçı Tazio Secchiaroli idi. Tazio, Fellini’nin Tatlı Hayat filmindeki “Paparazzo” karakteriydi, yani “Füzebaba”.
5 Kasım 1958’e dönersek; o gece uyanık Tazio bir duyum aldı. Ünlü “Rugantino” lokalinde Amerikalı milyarder Vanderbilt Hanedanı’ndan Peter Howard, Kontes Olbina de Robilant onuruna bir parti veriyordu. Partiye Roma sosyetesinin ekabir takımı katılıyordu.
Tazio boynunda makinesi, soluğu “Rugantino”da aldı. Kimse şipşakçıyı kovmadı. Hatta kendisine şampanya bile ikram edildi. Millet kendi havasındaydı. Orkestra rumbalar, sambalar, mambolar çalıyor, içki su gibi tüketiliyordu. Ev sahibi Peter Howard, gece yarısından sonra Kral Faruk’un mutlaka uğrayacağını öğrendi. Ona bir sürpriz yapması gerekiyordu. Hemen “Rugantino”nun sahibine koştu. “Aman Romolo bana hemen bir dansöz bul, kralın karşısında göbek atsın, eğlendirsin, kıvırtsın” emrini verdi. “Ücreti ne ise üç katını veririm” diye de ekledi. Bir saat sonra dansöz bulunmuştu ama Kral Faruk “Cafe de Paris”de sızdığı için partiyi kaçırmıştı.

GİZEMLİ DANSÖZ LA TURCA

Dansöze “La Turca” (Türk) diyorlardı. Ermeni asıllı bir Türk’tü. Yanında kostümünü getirmemişti. Parti alabildiğine havalanmıştı. “Böyle, olduğun gibi dans et” dediler. Oryantal müzik başladı. “La Turca” gizemli, tahrik edici bel bükmelere, kalça sallamalara, kıvırmalara, göbek atmalara başladı. İşte ne olduysa o anda oldu. Peter Howard “Üzerindekileri çıkart” komutu verdi. Ayşe Nana adlı dansöz, yavaş yavaş bej giysisini çıkarttı, iç çamaşırları ile kaldı. Gözü dönmüş, kafası dumanlı erkekler ceketlerini çıkartarak yere sererken kadınlar üç beş adım geri çekildiler. Peter Howard adeta emir verircesine “Sutyenini de at!” diye bağırdı. “La Turca” etrafındaki kadınları işaret etti. Utandığını dile getirdi ama ısrarlara dayanamadı ve büyük skandallara yol açacak, sansürlere uğrayacak, Katolik dünyasını öfkelendirecek, belki yaşamını olumsuz olarak değiştirecek, kimine de ilham verecek ve de “La Dolce Vita”yı başlatacak hareketi yaparak kopçayı açıverdi.
İşte o an usta şipşakçı Tazio, gerilerden koparak sahneye atladı ve flaşı arka arkaya patlattı. “Tatlı Hayat”ın simgelendiği anı ölümsüzleştiriyordu. Kendisinden başka fotoğrafçı yoktu lokalde. Ama sekizinci flaş patlamayınca başından kaynar sular döküldü. Makara bitmişti. Çaktırmadan “Rugantino”yu terk etti.
Motosikletine atladığı gibi gazetelerin, dergilerin gece nöbetçilerine çullandı. Elinde inanılmaz skandal fotoğraflar vardı. Ertesi gün “L’Espresso” dergisinin yazı işleri müdürü, Ayşe Nana’nın çıplak fotoğraflarını görünce tırnaklarını yemeye başladı. Bu harika kareler asla yayınlanamazdı. Bböyle açık saçık fotoğraflara Vatikan tahammül edemezdi.

MEMELERİN UCU BANTLANDI

Sonunda “La Turca”nın göğüslerinin ucu bantlandı ve resimler basıldı. Tazio’nun skandal fotoğrafları ile bir çığır açıldı. O güne kadar filmleri pek tutmayan Federico Fellini, “Paparazzo” karakterinden yola çıkarak ölümsüz “La Dolce Vita” eserini yarattı. Paparazzo’nun yanına bir de gazeteci monte etmek gerekiyordu. Hani gece ağzında sigara, lokal lokal dolaşıp atlatma haber peşinde koşan türden. Fellini, o dönem yıldızı parlayan “Latin Lover” lakaplı Marcello Mastroianni’yi seçti. Bir de yabancı bir kadın olmalıydı. Marcello’ya, yani yakışıklı İtalyan’a aşık olacak ve senaryoyu sürükleyecek. Tesadüfen o partide, Ayşe Nana’yı soğuk ve lacivert gözleri fal taşı gibi açılmış izleyen Anita Ekberg de vardı. Cinecitta Stüdyoları’nda şansını kovalayan İsveçli genç bir oyuncuydu. Fellini onu da kadroya aldı.
Çekimler başladığında Fellini’nin elinde somut bir senaryo yoktu. Gün be gün ortama, Via Veneto Sokağı’nda yaşananlara göre takılıyor, bunu sette uyguluyordu. Bir gün “Cafe de Paris”de tembel tembel oturup ilham avına çıkmışken, dahiyane bir sahne geldi gözünün önüne. Anita Ekberg’i, tarihi Aşk Çeşmesi’ne sokacaktı. Hemen ekibini topladı. Çekim o gece yapılacaktı. Gerekli izinler alındı. Yalnız kış ayıydı, Anita Ekberg tutturdu “Ben bu soğukta girmem çeşmeye” diye.

TANIKLAR ANLATIYOR

Ekberg, 2003 yılında yaptığımız röportajda o sahnenin çekimini şöyle anlatacaktı: “Zaten hazır senaryo ile çalışmadığımızdan stres içindeydik. Bana koştu ‘Bella Svedese (Güzel İsveçli), haydi hemen gidiyoruz. Aşk Çeşmesi’ne gireceksin’ dedi. Ben ‘Aklınızı mı kaçırdınız’ diye itiraz ettim. Fellini bu! Allem etti kallem etti beni tavladı. Gece saat üçte onlarca sıcak çay, kahve içtikten sonra prova bile yapmadan üzerimdeki kürkü çıkartıp savurduktan sonra beni adeta Aşk Çeşmesi’ne itti. O sahne saman alevi gibi parladı ve beni şöhrete ulaştırdı, ne yazık ki gerisi gelmedi. Vatikan filmi ve beni aforoz edince bir daha başrol pek bulamadım.”

ÜNLÜLER GALAYA AKIN ETTİ

Filmin ilk galası 5 Şubat 1960’ta Milano’da yapıldı. İkinci gala 13 Şubat 1960’ta Roma’daydı. La Dolce Vita’yı yerinde yaşamak, macerasını tatmak için Humphrey Bogart, Lauren Bacall, Ava Gardner, Cary Grant, Kim Novak, Shelley Winters, Kirk Douglas, Robert Taylor, Erol Flynn, Marlyn Monroe, Charlton Heston, Gary Cooper soluğu Roma’da aldılar.